Sitemize Hoşgeldiniz . * Sitemiz Tamamen Bilgi Amaçlıdır.* Yorumunuzu Esirgemeyin.
reklam
felsefe6 Sitemize Hos Geldiniz.




Google Arama
Sitede Arama

felsefe6

Doğa Felsefesi (Natural Philosophy)

Doğa Felsefesi (Natural Philosophy)

Kategori: Felsefe

~ Bu sayfayı hazırlayan kişi, bu yazıdaki özellikle evrim teorisi ile ilgili görüşlere katılmaz... ~

Tarihi bir çerçeve içinde, öncelikle Antikçağ'da veya Hellenik dönemde, M.Ö. 6. ve 5. yüzyılların salt doğayı konu alan felsefesi, sonra da Yunan ve Hıristiyan Avrupa'da genel metafizik sistemlerin doğaya ilişkin açıklamadan meydana gelen dalları.[1] Doğa felsefesi, felsefe tarihinde ilkçağ Yunan felsefesinin başlangıcında merkezi tema olarak doğanın ele alındığı felsefe yönelimidir. Daha sonra çeşitli biçimlerde sürmüş, yeni nitelikler kazanmış ve yeniden değerlendirilmiştir.[2]

Batı düşüncesinde karşılaşılan en eski teorik çabaların "doğa felsefesi"ne ilişkin çabalar olduğu söylenebileceği gibi, hatta, doğa felsefesi, Batı felsefesinin en eski "disiplin"i olarak da gösterilebilir. Ama hemen şunu da belirtmek gerekir ki, doğa felsefesine ait problemler, bugünün felsefesinin de güncel problemleridir. Öbür yandan bir doğa (felsefesinden de söz etmek yanıltıcı olabilir; çünkü bu ad altında birbirinden oldukça farklı uğraşlar toplanmıştır. Bu nedenle, genel olarak "doğa felsefesi" deyince "doğa" üzerine bir "felsefe" anlaşılacağından, önce "doğa" sözcüğünün anlamlarına kısaca bakmak gerekir.[3]

İlk insan topluluklarının doğaya bakış açılarından başlarsak, onlar tam anlamıyla doğanın bir parçasıydı. Acıkınca yemek ararlar, tehlikeyle karşılaşınca kaçarlar yani yaşamlarını ve ırklarını devam ettirme güdüleriyle yaşarlardı. Bilgi düzeyleri yetersiz olduğundan doğaya etki edemedikleri gibi doğrudan doğanın etkisi altında idiler. Dolayısıyla doğanın kurallarına uyarak doğal bir hayat yaşadılar. Fakat zaman içerisinde insanın doğa ile olan bütünlüğü ortadan kalkmaya başladı. Peki neden insan doğadan koptu? Çünkü insan biyolojik evrim sonucunda kendine dışarıdan bakabileceği, duygulardan uzak, mantık kurallarına bağlı bir beyine sahip oldu. Bu beyin ona kendini savunmasında ve barınmasında etkinleşme şansını verdi. İnsanoğlu kapasitesinin farkına vardı ve bilgi düzeyinin arttırmasıyla organik toplumlarda bir değişim süreci başladı. Avcılık ile insan doğa karşısında etkili olabildiğini gördü. Ayrıca şehirlerin ortaya çıkısı toplumsal yapı nın kökünden sarsılmasına neden oldu. Varolan kadın-erkek eşitliğinin erkek lehine değişmesini sağladı. Evde de ekonomide de toplumsal işbölümü geleneksel eşitlikçi özelliğini kaybetti ve hiyerarşik bir şekil kazanmaya başladı. Bu durum yalnızca toplumsal alanda etkili olmakla kalmadı; aynı zamanda insan doğa ayrımının daha da belirginleşmesine neden oldu.

İlk çağlarda özellikle Yunanlı filozoflar doğa üzerinde yoğun bir şekilde düşünmeye başladılar. Doğayı ve insanin doğa içerisindeki yerini kavramaya çalıştılar. Karmaşayı, düzensizliği ve vahşi yaban hayatini temsil eden doğaya karşı, düzenliliğe, birliğe, uyuma ve sürekliliğe sahip "polisler", ilkçağ Yunan toplumlarında insanların yaşadığı korunaklı, güvenli ve korunması gereken şehir dev letleriydi. Yani insan mücadele içinde olduğu doğadan ayrı ve kopuktu. Feodalizm in hakim olduğu Ortaçağ'da insanin doğayı algılayışında pek bir değişiklik olmadı. şehir devletleri imparatorluklara, sahip olduğu tebaasını ve doğayı daha sistemli ve verimli sömüren devasa devletlere, dönüştü. Fakat aydınlanma dönemi doğa yi algılayış açısından bir dönemeçti. Çünkü "mekanist görüsü" geliştirdi.

Aydınlanma ile somut var olana yöneldi insanoğlu. Doğada keşfettiği fiziksel yasaları varoluşun tamamına yaymayı denedi. 19. Yüzyılda teknolojide sağladığı olağanüstü ilerlemeler ile doğa karşısında artık çok daha etken bir öğeydi. Bir yandan doğayı çok iyi işleyen bir makine olarak algılarken, diğer yandan bu makinenin çarklarını istediği gibi döndürebilecek bir güce erişmişti. Artık doğa karşısındaki güçsüzlüğü yüzünden üretip, sonra da kaçıp sığındığı akıl dışı, büyüye ait, soyut açıklamalara ihtiyacı kalmıyordu.

Rönesanslı büyük bir ivmeyle başlayan bilimsel ve teknolojik gelişmeyi hayata uygulamak için; zamanın egemen, soyut baskı araçlarına (dinler, bos inanlar, soyluluk mitleri, doğaüstü güçler) karşı mücadele etmek gerekiyordu. Yasam kalitesini görece bir biçimde yükselten yeniler, eskilerin yerini alırken, etkili olan soyut dünya, materyalist bir mantık yürütme, somut gözlem sonucu külliyen lav ediliyor, bu yeniler asırlardan beri duran ve geriye giden ilerlemenin yol açtığı bilgi açlığı sonucu varolan haklı-haksız, soyut-somut her şeyin yerini alıp, gidilecek, varolan tek yol olarak sunuluyordu.

Newton elmanın yere düşme nedenini buluyordu ama sorularını sorgulama yöntemiyle (somut, deney-gözlem) siniyordu. Bunu da "Nasıl?" sorusunu sorarak yapıyordu. artık "Neden?" sorusuna gerek kalmamıştı. Nasılsa "Nasıl" sorusu cevaplanıyordu. Bu soru-cevap zinciri, her şeyi çözebilirdi. Dünyadaki varoluş, salt elmanın yere düşüşündeki fiziksel gerçeklikle, "Nasıl" sorusuna cevap verilerek çözülebilirdi.

Bacon, "Bilgi kuvvettir, bilgiye dayalı sanatlar (teknoloji) insana en yararlı sanatlardır." deyip, insanoğlunun estetik haz almak için yaptığı sanatı faydasız bulup, teknolojiye yönlendiriyordu. İnsan bu açtığı yeni yolda yürümeliydi, hatta koşmalıydı. Asırların dayattığı cehalet ve güçsüzlük tahakkümü sona ermeliydi, erecekti de. Ama elde etmenin yolunu bulduğu bilgi ve ona dayalı sanatlar -teknoloji- onun kontrolünden ve araç olma sıfatından çıkıp, insanoğlunu yönetmeye, onun amacı olmaya ve ona doğal varoluşunun dışında gücünün yettiği kadar yapay bir dünya kurmaya çalışacaktı. Tabii ki akli sayesinde elde ettiği bilgilere dayanan ve hayatini kolaylaştıran teknolojisi olmalıydı, ama bunu varoluşunun gerektirdiği, açıkça gösterdiği "doğayla bütün, doğanın parçası olma" halinden uzaklaşmamalıydı. Ulaştığı bilgi seviyesini, bu ilerlemesini borçlu olduğu aklıyla olumlu, üretici, doğaya yani kendine zarar vermeyen bir teknolojiye dönüştürebilirdi.

Descartes, doğayı "Hakim ve sahip olunacak" bir şey olarak tanımlıyordu. Evet insan artık doğaya; aslında parçası olduğu ve/veya olmak zorunda olduğu bütüne bencil, faydacı eğilimleriyle yaklaşmalıydı. Çünkü artık gücü vardı. Ama ona o gücü veren doğa, ondan neden daha güçlü olmasın?!

Zamanın yeni gelişen vahşi-kapitalist ekonomileri ve çökmeye yaklaşan imparatorlukları bu yeni sanattan yıkıcı bir rekabet içinde yararlandılar. Yeni sömürgeler buldular, insani feodal düzenden çıkarıp, çalışan ve kâr üreten fabrikaların çarkları yaptılar. İnsanoğlu doğal varoluşundan apayrı bir dünya içinde, hayatta ve üstün olmak için hakim, sahip, kullanıcı olacağı objeler aradı. Bunun iç in doğayı yasama alanını fütursuzca, açlıkla, inanılmaz bir dengesizlik içinde deliliğe varan panik haliyle sömürüp, kendine yani doğaya yabancılaştı. Sayısal, somut, mekanik hesaplar, olgular ve olaylar dünyasına sömüreceği "doğa" bitene kadar kapandı.

Bu gidiş için egemen soyut anlayış ile yapılan mücadelede ilerleme fikri nin, her alana uygulanacağına dair düşünce de etkin bir şekilde ileri sürüldü. Comte'nin entelektüel gelişmeye ilişkin "üç hal kanunu", Hegel'in "Tin'in kendi bilincine varis sürecinin geçirdiği aşamalar kuramı", Marx'ın "üretim biçimlerinin ilkel-komünal toplumdan komünizme doğru gelişmesi" görüsü; Concordet'in "insan zekası onun ilerlemesine" ilişkin geliştirdiği tarihsel sema, ilerleme fikrini n değişik kompozisyonlarıdır. Böylece her alanda rasyonalite kullanılıp, her şey bu yeniye adapte edilebilirdi. (Weber'e göre rasyonalite: Her şeyin hesaplanabil ir hale getirilmesi, verimlilik-iki nokta üzerindeki en kısa hattın kullanımı-, d imistifikasyon-akıldışı, büyüye ait her şeyin reddedilmesi-)

İlerleme görüsünün en iyimser temsilcisi Concordet, her alanda bilimsel ilerlemenin kullanılabileceğini vurgular. Bilgilenen insan, sürekli ilerlemenin getireceği sorunları, yine ilerlemenin kazandıracağı rasyonel, bilimsel bilgi gücü ile kavuşturacaktı. Artan nüfus sorununu çözebilirdi. Bilimsel ilerlemeyle ahlâkî ilerlemeyi sağlayabilir ve doğruların yapılacağı mutlu dünyaya ulaşabilirdi. Doğanın bir sınırı vardı, ama elindeki yeni, sihirli güç ile insan bu sınırlı dünyayı verimli kullanabilirdi. Sinir ona göre 1800'lü yıllara çok uzaktı.

Mekanist mantıktan yola çıkarsak, bir amacın, ereğin olmadığı Nasıl sorusunun değil, Neden sorusunun önem kazandığı, bütün somut olmayanın lav edildiği kaskatı bir dünyaya çıkarız. Bu estetik kaygıdan apayrı, yok ettiği soyut temellere dayanan etiğin yerine bir şey koymayan bilimsel mekanist görüş, insanin çıkarlarına, isteklerine olumlu-olumsuz ayrımı yapmadan destek, güç veriyor.

İnsanı ya da var oluşu rûh ve madde diye ayırıp insan-doğa uçurumunu açarak, bütünselliği bozup, karşıtlıklar ve çıkar ilişkileri koyan mekanist insan b ir canavar değil, aydınlanmanın ışığından körlesen bir bilgiye susamıştır.

Mekanist görüsün doğaya yaklaşımı günümüzde çevre felaketleri olarak nitelendirilen sonuçlara-sorunlara yol açtı. Çevre sorunlarının artması insanların bir yerlerde yanlış yaptığını göstermekteydi. Bu yanlışların tespit edilmesi ve doğru çözümlerin üretilmesi gerekiyordu. Böylece mekanist görüşe alternatif olan ekolojik görüş ortaya çıktı. Bu görüsü savunanlara göre, çevre sorunlarının köklü çözümü için, insanları doğayla yanlış ilişki kurmaya sevk eden doğaya ilişkin kavramları, fikirleri, duyguları, yaşantıları, kültürel değerleri ve yasam tarzlarını derinliğine ele alıp incele meleri, eleştirmeleri ve onlara alternatifler geliştirmeleri gerekiyordu. Ekolojik görüş, büyük varlık zinciri, romantizm, mistisizm ve animizm gibi görüş ve geleneklere; biyoloji ve ekoloji gibi bilimlere; Darwin'in evrim kuramı ve Malthusçuluk gibi görüşlere dayanır. Simdi bu görüşleri tek tek inceleyelim.

Varlık zinciri anlayışı Platon'a kadar dayanır ve evrenin organik kurulusu zincir hakkinda bilgi verir. Bu görüşe göre yasam her birinin bütün için hayati önem taşıdığı fakat kendi içinde hiyerarşik bir dizilime sahip olan halkalardan oluşur. Canlı ya da cansız herhangi bir halkanın yok olması, zincirin kopmasına neden olacaktır. Pope, şiirinde bu düşünceyi oldukça güzel ifade etmiştir.

"Doğanın zincirinden hangi halkayı koparırsanız, onuncu olsun, onbirinci olsun fark etmez, kırılıverir zincir. Aşamalı sistemler, şaşkınlık veren o bütün e uyarak, hep birbirleri gibi yuvarlanıp giderlerken en küçük bir karışıklık koca bir sistemi yıkmakla kalmaz, bütünü de yıkar. Yer dengesini yitirir fırlar yörüngesinden; gezegenler, güneşler yasasız koşarlar gökyüzünde, yönetici melekler göklerinden uğrarlar; varlık varlık üstüne, dünya dünya üstüne yığılır."

Fakat dinozorların yok olmasına rağmen zincirin kırılmaması ikilem yaratmış ve buradan doğanın olanaklarının kendini zaman içinde gerçekleştirdiği fikrine, yani evrim kuramına varılmasına neden olmuştur. Ekolojik görüş varlık zinciri fikri ile birçok noktada uyuşmasına rağmen hiyerarşi fikrini reddeder. Bu kesişme noktalarını söyle özetleyebiliriz: (Ekolojinin temel ilkelerinden olan ekolojik çeşitlilik fikri, varlık zincirindeki çeşitlilik ve farklılığın değerli olduğu görüsüyle örtüşür. (Zincirdeki her halka sürekliliğin sağlanabilmesi için karşılıklı olarak birbirine bağlıdır. E.G. açısından da doğanın her parçası çok önemlidir.(orman kadar bataklık) (Zincirde bütünlüğü sağlayan evrensel ruh ekolojik görüşte enerji olarak karşılığını bulur.(İçkin güç artan ekosistemleri oluşturur.) (Zincir fikrinde ekosistem anlayışında olduğu gibi bütün hem organik hem inorganik varlıkları içerir. (Ekolojik görüş dikey hiyerarşiye dayanan, av-avcı ilişkisini içeren besin zinciri yerine yatay olan besin ağı kavramını kullanır. Yine de hiyerarşi fikrini içerdiği için varlık zinciri düşüncesiyle uyuşur.. Ekolojik görüsün dayandığı bir başka temel romantizmdir.

Romantizme gelince romantikler mekanist görüsün hem evren hem insan betimlemesini reddeder. Romantiklerden Carlyle'ye göre 18. Yy' in özelliği şüphecilik ve manevi felçtir ve söyle bir yorum yapar: Bu ilahi Evren, bir takım motorlar, frenler, balanslar ve daha kim bilir nelerle hareket eden ölü bir buhar makinesi olmuştur. Kendi icat ettiği boğa tarafından yutularak onun karnında ölen Phalaris durumuna düşmüştür insan. Aydınlanma filozofları tarafından yüceltilen akil, romantiklere göre yapay ve empoze edilmiş ayırımlara götürür insani. Onlara göre gerçeğe ulaşmak için akil yerine sezgilerimize, insan ürünü şeylere değil doğaya bakarak edilgen bir şekilde ondan etkilenmeye açık olmak gerekir. Bilim ve sanatın kısır yaprakları kapatılıp seyreden ve alici bir yürekle doğaya yönelinmelidir.

Ekolojinin dayandığı geleneklerden bir diğeri olan mistik gelenekler insan merkezci değil varlık merkezcidir. İnsan diğer varlıkların efendisi değil onların arasında bir varlıktır.

Ekolojik görüsün bilimsel kökenlerinden biri olan Malthusçuluk, mekanist görüsün tersine doğanın sinirli olduğu, belli bir taşıma kapasitesi olduğu düşüncesini savunur. Bu da ekolojinin temel kavramlarından biridir.

Darwin de evrim kuramında ekosistemdeki canlıların karşılıklı bağımlılığına ve besin ağına dikkati çekmiş ve ekolojide önemli yer tutan taşıma kapasitesi kavramını kullanmıştır. Doğada iyilikle kötülüğün bir arada bulunduğunu, canlılar arasındaki savaşın ve açlıktan ölümlerin de güzellikler için var olması gerektiğini belirtmiştir.

Simdi de ekolojik görüşün temeli olan ekoloji bilimine ve ilkelerine bir göz atalım. Ekoloji, organizmaları çevreyle ilişkileri içinde inceleyen bilimdir ve belli başlı ilkelere dayanır. Ekolojik görüş, bu ilkeleri genellikle doğru olarak kabul eder ve pek tartışmaz. Ekolojinin başlıca ilkeleri şunlardır:

1. Doğanın bütünlüğü ilkesi: Doğada her şey, birbirine bağlıdır. Çevreye yapılan her şeyin başka yer ve zamanlarda yan etkileri olacaktır. Bu etkilerin tümünü önceden görmek pratik olarak olanaksızdır.

2. Doğanın sınırlılığı ilkesi: Çevre ve yenilenemez kaynaklar sinirlidir. Kaynakların tükenmesini önlemek için, kullanılan kaynaklar yeniden kullanılmalıdır. Ay rica çevrenin atıkları, kirliliği tolere etme kapasitesi de sinirlidir. Bu sinir bir çok yerde asılmıştır. Bunun bazı sonuçları önceden bilinebilir, bazıları bilinemez. Bu etkiler çevrede önemli değişikliklere yol açtığından ve organizmalar varolan koşullara göre evrildiginden, çevrede yasayan canlılar için kötü sonuçlar ortaya çıkar.

3. Doğanın özdenetimi ilkesi: Ekosistem, kendi isleyişini düzenler; öğelerini dengede tutar; popülasyon denetimi yapar

4. Artan nüfus çevre sorunlarını sadece ağırlaştırabilir ilkesi: Sabit bir nüfusun yaşam standardında bir artış, sinirli kaynakların kullanılmasında; çevrenin tahribinde, pislikle dolmasında bir artış demektir.

5. Doğanın çeşitliliği ilkesi ya da çeşitlilikte keramet vardır ilkesi: Karmaşık ekosistemler, yalın ekosistemlerden daha istikrarlıdır.

6. Doğaya karşı elde edilen her basarinin bir bedeli vardır ya da bedelsiz yarar olmaz ilkesi.

7. Doğanın geri tepmesi ilkesi: doğaya karşı kazanılan zafer bir süre sonra yenilgiye dönüşür. doğa öç alır.

8. En uzun çözümü doğa bulmuştur ilkesi: Ekosistemin dengeli durumu doğal evrim sonucunda bulunan en uygun çözümdür. İnsan müdahalesinin yarar sağlama olasılığı riskinden küçüktür. Geniş kapsamlı sonuçları olan insan eylemleri geri gelmeyecek kayıplara yol açar.

9. Doğa ile birlikte gitme ilkesi: Örneğin, tarım zararlılarını böcek ilacı kullanarak değil (çünkü zararsız canlıları da öldürüyorlar) zararlıları kendi doğa l düşmanları yoluyla öldürmek, toprağın azotunu kimyasal gübre kullanarak değil, baklagiller ekerek arttırmak gibi doğanın işleyişine uygun yöntemler geliştirme k gerekir.

Bu kısımda ise ekolojik görüsün temel felsefi sorunlara bakisini çeşitli başlıklar altında inceleyeceğiz.

İlerleme eleştirisi ve teknoloji karşıtlığı aydınlanma ile ortaya çıkan sonsuz ilerleme fikri doğanın ilerlemeye bir sinir koymadığını varsayıyordu. Fakat bugün doğal türlerin ortadan kalkması fosil yakıtların bitmek üzere olması, kirlenmenin hızlı yayılması, ekolojik döngülerin bozulması, biyolojik çeşitliliği azaltan mono kültürün ve kimyasal böcek öldürücülerin yaygınlaşması tarihsel ilerlemenin bir sınırla karsılaştığını göstermektedir. Dolayısıyla eko-filozoflar sonsuz ilerlemeye karşıdırlar ve teknoloji ye kurtarıcı bir misyon yükleyen Bacon ve Descartes'in ya da aydınlanmacıların izinden değil, teknolojiyi bir kötülük olarak gören Rousseau'nun ve romantiklerin izinden giderler. Bu filozofların bir kısmı çevre için zararsız, insani baskı altına almayan yumuşak yada küçük ölçekli teknolojiyi önerirken; diğerleri her tür teknolojiyi reddederek mağara yaşamına dönmeyi önerirler. Büyük ölçekli teknoloji ile küçük ölçekli teknoloji arasında ayrım yaparlar. Küçük ölçekli teknoloji, el altındaki doğal enerjilerle (örneğin rüzgar gücü, insan gücü, su gücü ile) ve materyallerle (ağaç, tas, mermer, yün vs ile) çalışır. Sofistike, kuramsal bilgiye değil, daha çok sezgisel bilgiye dayanır. İnsanı etken kılar. Zanaatçı, ürüne kendi kişiliğini de katabilir. Üreticinin ürüne yabancılaşması söz konusu değildir. doğanın düzenine müdahale yoktur, sadece olagelen doğal süreçlerden yararlanılır. Büyük ölçekli teknoloji ise, doğada hazır bulunmayan soyut enerjileri ve yapay materyalleri kullanır. Bilisel kuramsal bilgiye dayanır. Bu tür teknoloji nin ideali, gittikçe daha mükemmel ve birbirine benzeyen çok sayıda nesne üretmektir. amacı, etkililik, güç ve kârdır. Üretim süreci son derece küçük parçalara ayrılmıştır ve her bir isçi ürünün sadece çok küçük bir parçasını üretir. Bu tür teknoloji doğal süreçleri altüst edebilecek sonuçlara yol açabilir. Büyük ölçekli teknolojiye yöneltilen eleştiriler, hümanist ve çevresel olmak üzere iki gruba ayrılır. Hümanist açıdan yöneltilen eleştiriler daha çok teknolojinin giderek insanin ellerini ve beynini gereksiz hale getirmesi, insani edilgenleştirmesi, üretim sürecinde inisiyatiften yoksun bir dişli haline getirmesi, kendini gerçekleştirmesine ve yaratıcı güçlerini kullanmasına olanak vermemesi ve insanın çalışmadan aldığı zevki azaltması üzerinde odaklanır. Ekolojik açıdan ise, büyük ölçekli teknoloji doğada yabancı bir cisim gibidir. doğal süreçlere insan düzenini empoze eder, insanin doğa üzerindeki hakimiyetini arttırır ve bu başlı başına kötü bir şeydir.[4]

Doğa felsefesi ile doğabilim arasındaki ayrım, hiç de kendiliğinden anlaşılır bir ayırım değildir ve bu ayırım hiçbir zaman açık olmamıştır. Avrupa düşünce tarihine bakıldığında, bu iki kavrama yüklenen anlamların yüzyıllar boyu özdeş kaldıkları kolayca saptanabilir. Bu iki bilgi alanı arasında 17. yüzyıldan önce bir ayırım söz konusu olmamış ve hatta ondan sonra özellikle İngilizce konuşulan ülkelerde her iki terimin anlamları yine özdeş kalmıştır.
O zamanlar bir doğa felsefecisi profesör, doğal olarak bir fizikçiydi ve fizikçi olarak o, önce ahlak felsefecisi profesörden, sonra da felsefe profesöründen ayrılmıştır.

İşte bu sıralarda Avrupa kıtasında bir ayırıma başvuruldu ve biri spekülatif ve belirsiz, öbürü ise sağın ve olgulara dayalı iki disiplinden söz edilmeye başlandı. Bazı bilim adamları bağımsız bir doğa felsefesinde meydana gelen bu ayrılmada, bilgi açısından mutsuz bir parçalanma görürler. Kendi düşünce yolları içinde sıkı bir empirik sağınlık peşinde koşan öbürleri açısından ise, bu savı (felsefi) bir otoriteye dayanarak doğrulamayı denemek, sağın bilimden sapmak demektir. Bu yoruma göre, doğa felsefesi matematikselleşemeyen, itkelerden yoksun ve karanlık bir bilim, yalnızca Ortaçağ insanının kabul ettiği anlamda bir bilimdir. Kuşkusuz böyle bir yorum yanılgı içerir.

Doğabilimi ile doğa felsefesi arasındaki ayırım, tarihsel bir rastlantı sonucu ortaya çıkmış bir ayırım da değildir. Bu ayrımın nedeni, daha çok doğabiliminin modern konumundan dolayıdır. Galileo ve Newton 'dan önce fizik, tanrının inayetine ya da insanın derinliğine düşünmesine ya da rastlantıya bağlı olarak bulgulanan ve bulanık ta-sarımlar ya da çok genel kategori sistemleri içinde biraraya toplanan olguların derme çatma bir kompleksiydi. Bilimsel doğruluk öylesine sıradan olabilirdi ki, örneğin Nicolaus Cusanus'un sözcükleriyle “her parçasından bütünün fışkırdığı' bir şeydi (ex omnibus paıtibus relucet lotum). En sağın bulgu bile bir kozmoloji içermekteydi. Bir bilimsel olgudan genel bir yasaya geçme, bu olgu ne kadar büyük önem taşırsa taşısın, disiplinsizce ve rastlantısaldı. Bilimsel olgular üzerine yapılan mantıksal tartışmalar, etik ve dinsel problemler. üzerine yapılan tartışmalarla aynı stile sahipti ve son ikisi felsefeye ait konular sayıldıklarından, bilim de onların bir parçası sayılıyordu.

Ama Galileo ve Newton'la birlikte bilime yeni bir öğe girmiş oldu: Yöntem. Böylece olgular, şimdi yalnızca bir buluş konusu değil, aynı zamanda, bir kanıtlama konusu oluyorlardı, Yani mantıksal düşünceler ve matematiksel dedüksiyonlar(tümdengelim), dikkatli gözlem ve deneylere bağlanıyor ve mantık, empirik bilimin içine sokulmuş oluyordu. Bu yenilik, modern bilimin doğuşunda kozmolojik spekülasyonların keyfiliğine bir son vermek konusunda çok etkili bir aracı temsil eden Bacon'un indüksiyon(tümevarım) kurallarına başvurulmuş olmakla da sınırlı değildi.Galileo ve Newton'un yöntemleri, hatta, Bacon'un indüksiyon kurallarından oldukça uzaklaşarak, deney ve gözleme, kanıtlanamaz türden tasarımlardan kalkarak doğrulanabilir olgulara, geçmek için başvuruyordu,

O ana kadar bir olgular katalogu halinde spekülasyonlara karışmış olan bilim, bu kez, dikkatle gözlemlenen olguların örgün bir bütünü olarak, gözlemlenmiş fenomenlerin rasyonel şekilde açıklanmasını sağlayan yöntemlerce desteklenmiş oluyordu. Ama hemen aynı zamanda, oldukça önemli yeni bir problemler dizisi ortaya çıkmış oldu.

Bu yöntemler nedir ve onlar neden dolayı başarı ile kullanılabiliyorlar ?

Kant, bu problemin farkındaydı ve Galileo döneminden önce tümüyle anlamsız sayılan şu sorunun üstüne gitti: Salt mantıksal ve matematiksel düşünmeyi doğa hakkında neye dayanarak kullanabiliyoruz ?

Gerçekten de modern fiziğin başlangıçlarında, bilimsel olguları örgün bir bütün içinde ele almayı sağlayan yöntemlerin kesinlikle olguların kendilerinden bağımsız oldukları anlaşılmıştır. İşte bu durumun farkında olmak ve onun üzerine ciddiyetle eğilmek ve nedenini sormak, doğa felsefecisi olmak demektir. Günümüzün fizikçisi, yapmış olduğu gözlemleri biraraya toplar ve bu gözlemler hakkında, önceden öğrenmiş olduğu ve pek ender olarak sorguladığı bir düşünme tarzı içinde sonuç çıkarır.

O, kanıtlamalarında başvurduğu prensipleri, kendisinden önce ortaya konmuş, yeterli ve verimli bir birikim düzlemi olarak kabul eder. O, kendi bilim alanında öylesine gelişmeler gerçekleştirebilir ki, kullandığı yöntemlerin açık-seçikliğinden kuşkuya düşmeyi düşünmez Gerçi o, kullandığı yöntemlere uymayan ve o ana kadar güvenilir saydığı bu yöntemlerin denetlenmesini gerektirecek ilkesel güçlüklerle karşılaşabilir. İşte, bu açıdan soruna bakan bir bilim adamı, doğa felsefecisi olmaya başlamış demektir. O, dahice bir sezişle, böyle bir durumda kullandığı yöntemlerin bazı öğelerini değiştirebilir ve önüne dikilen güçlükleri giderebilir de. Hatta bu sayede ünlü bir bilim adamı da olabilir ve giderek yöntemlerinde yapmış olduğu değişikliği bile unutabilir.

Doğa felsefecisi ise, işte tam da bu türlü değişiklikleri gündeme getiren, bilimsel yöntemleri betimleyip çözümleyen bir uyarıcıdır. Bu uyarıcı, bu yöntemlerle öteki insansal etkinlikler arasındaki bağlılıklara da işaret eder ve bunlar hakkında bazı yargılara varır, bilimsel süreci çözümler ve bu süreci yalın kavramlara indirgemeyi dener. Bilimsel bilginin bizzat güvenilir bilgiyi temsil ettiği kabul edilirse, doğa felsefecisi, öyleyse bilgi sürecinin önemli bir bölümü ile uğraşıyor demektir. Bu nedenle de, doğa felsefecisinin bilgisel amacı, sağın anlamıyla doğabilimsel bilgi amacından ayrılır ve doğa felsefesi bilgi kuramının (epistemoloji) önemli bir parçası olur.

Bilgi kuramı, zaman zaman, felsefenin bir başka bölümüyle, yani ontoloji ya da varlık kuramı denen bölümüyle karşıtlık içindedir. Ontoloji, bilimin yöntemlerinden bağımsız olarak bilinebilecek kesin ilkeler olduğunu, bu ilkelerden yola çıkıldığında varlığın sınırlarına priori olarak belirlenebileceğini kabul eder..

Ontolojik literatür, çoğunlukla, bir sezgi formu, aracısız bir özgörü (vizyon, Wesenschau) ve sağlıklı insan anlığına dayanır ve oluş ile zorunluluk arasındaki kutuplaşmanın önemi üzerinde durur Ontoloji, deneye dayanmayan inançlarla ilgili olduğundan, çoğu kez, doğrulanmaları olanaksız metafiziksel spekülasyonlarla çalışır ya da hatta tümüyle spekülasyona dönüşür. Gerçekliği betimlediğini savunmasına rağmen, ontoloji, zaman zaman bilime belli bir düşmanlık güder ve bilimi temel varlık prensiplerini zedelemekle suçlar. Bu türlü düşmanca bir tavır, özellikle, bilimin yeni, bilinmeyen bir yönelim içinde olduğu sıralarda yoğunlaşır. Çünkü böyle bir yönelim sırasında bilim de kaçınılmaz olarak sezgi ve sağlıklı insan anlığının yönlendiriciliğine muhtaçtır. Ama bilimde böyle bir yönelimin dayandığı zemin, yine de geçmişteki deneylerdir.

Böyle bir yönelimin ürünü olarak görelilik kuramına karşı (on yıl öncesine göre bugünlerde giderek azaldığı sevinilerek görülen) itirazlar, zaman aralığı ile uzunluk ölçüsünün (zaman ile uzunluğun) gözlem koşullarında birbirlerine bağlı olduklarını yadsıyan ontolojik bir ön-kabule dayanıyordu. Kuantum kuramı, gerçekten de, alışılagelmiş bir kaç “varlık prensibi”ni zedelemişti. Bu kuram, ortadan kaldırılamaz ve kaçınılmaz olan bir belirlenemezlikten söz ediyordu. Ontolojinin bazı bağnaz yandaşlarınca bu kuram bu yüzden yadsınmıştır. Ne var ki, ontologlar, alışılagelmiş olanı zorunlu olana dönüştürme hatasını işlemektedirler ve bu nedenle de, onların zorunlu saydıkları şey, alışılmamış her şeyi mantık-dışı ve anlamsız kılan kendi alışkanlıklarıdır. Bilimin gösterdiği gelişme, onların haksızlığını kanıtlamıştır. Bilim bize, sağlam bilginin kökenini deneyde aramamız gerektiğini öğretir.

Bilimin otoritesi ile uğraşan felsefe dalı, onun yöntemlerini olduğu kadar, olgu dediği şeyi de çözümler. Doğa felsefesi denen bu felsefe dalı, bizim burada konumladığımız tarzdan bir başka tarz içinde de konumlanabilir. Örneğin Yeni Kantçı bir terminoloji kullanarak, doğa felsefesinin ana konumunu şöyle betimlemek de olanaklıdır: Doğa verili (gegeben) değildir; veri kılınmıştır (aufgegeben). Gerçekten de bu konuma dayalı bir doğa felsefesi tipi tüm problemleri kapsayıcı bir niteliktedir ve doğa felsefesi ile bilimin doğa karşısındaki tutumlarını iyi bir şekilde belirtir.[5]

Varlık Sorunu

Mekanik dünya görüsünde evren yapılıp tamamlanmış, belirli bir yapı kazanmış ve yasalara göre isleyen, kendi içine kapalı bir makine olarak betimlenirken, ekolojik görüşte doğa, evrilen bir süreç olarak görülür. doğa bir süreç olarak görüldüğünde onun yönünü, ereğini, dolayısıyla, olayların niçinini sormak anlamlı hale gelir. Ekolojik görüş bu bağlamda doğaya erek, zeka ve niyet atfeder. Evrenin oluşumun, canlıların ( bu arada insanin ) ortaya çıkışının atomların rastlantısal düzenlemesi sonucu değil, belli bir amaç ve plan dahilinde olduğunu iddia eder. doğanın büyüklüğü, karmaşıklığı, görkemi ona kutsallık atfedilmesini sağlar. doğa, yaratıcıyı kendi içinde taşıdığından doğa- doğaüstü, Tanrı - doğa, kutsal - kutsal olmayan ayrımları ortadan kalkar, ayni gerçekliğin iki yüzü yada değişik tezahürleri haline gelirler (mistisizm).

Ekolojik görüş açısından doğa içinde sadece değişmelerin olduğu evrilen bir süreç değil ayni zamanda belirli bir anda istikrarı ve yapısı olan bir süreç tir. Bu görüşe göre öğeler geri planda kalır, bağlantılar ön plana çıkar. Tek te k nesneler atomcu görüşte olduğu gibi ayrık, kapalı bilimler olarak değil, birbirine bağlı, birbirinin devamı veya uzantısı olarak görülürler. Ayrıca dünya sadece üzerinde canlılar bulunan cansız bir varlık değil, kendisi de canlı bir süper organizmadır. Dünya, üzerindeki canlıları, canlılar da onu etkileyerek evrilirler. doğa makine modeline göre değil, organizma modeline göre algılanır. Dolayısıyla doğa insana yabancı ve ilgisiz bir güç olmaktan çıkar, romantizmin doğası gibi, konuşan, bilen, ihtiyaçları olan, acı çeken, paylasan, ifade eden, büyüyen, öç alan bir güç haline gelir.[4]

Doğa Felsefesinin Doğuşu

Ontoloji, “varolan”ı bir bütün olarak inceler; fakat “varolan” şeylerin çeşitli varlık alanlarına ayrıldığı da bir fenomendir. İşte bu varlık alanlarından birisi, doğal varlık alanıdır. Doğal varlık alanı terimi, dilimize “doğa” olarak yerleşmiştir. Doğa terimi de genellikle canlı doğa ve cansız doğa varlık alanlarını içine alır. Doğayı fizik, kimya, jeoloji, mineraloji vb. gibi bilimlerle biyoloji adı altında toplanan çeşitli bilim dalları incelemektedir. Fakat doğanın bir varlık alanı olarak nasıl bir yapıya sahip olduğunu, canlı ve cansız varlık alanları arsında, nasıl bir bağ bulunduğunu, doğada geçerlikte olan determinasyon tipleri ve ilkelerinin ne olduğunu hiçbir bilim araştırmamaktadır. Bütün bu ve bunlara benzer problemler yine özel bir felsefe disiplininin inceleme alanıdır. İşte biz bu felsefe disiplinine “doğa felsefesi” yada “doğa ontolojisi” adını veriyoruz. Yeni ontoloji gibi, doğa felsefesi de bugünkü aslamıyla zamanımızda ortaya çıkan bir felsefe disiplinidir. Daha önceleri bu problem alanı da ya kurgusal metafizik bir problem olarak ele alınıyordu; yada 19. yüzyılla yüzyılımızın başlarında olduğu gibi, doğa bilimlerinin bir yöntem bilimi, başka bir deyişle doğa bilimlerinin bir felsefesi olarak inceleniyordu. Böylece doğa denilen varlık alanının felsefesi yerine, bu varlık alanı ile uğraşan bilimlerin felsefesi geçiyordu. Halbuki bir bilimin yada bir bilim grubunun felsefesi değil, ancak bu bilimin daha bilimlerin incelediği varlık alanının bir felsefesi, “doğa felsefesi” adını almaya hak kazanır; yoksa bu felsefe bir yöntem bilim olmaktan ileri gidemez. Gerçi doğa felsefesine, daha doğrusu doğa hakkında ortaya atılan felsefe görüşlerine, her filozofun felsefesinde rastlanır. Fakat doğa felsefesi adı altında yazılan ilk felsefe kitabı, filozof Schelling tarafından yazılmıştır. Fakat bu yapıt yalnız adı bakımından bir doğa felsefesidir, içi bakımından kurgusaldır.[6]

İnsan ve Doğa

Ekoloji insani doğaya karşıt değil, doğanın içinde ve onun bir parçası olarak görür. Eko-felsefenin basta gelen çabalarından biri, insani fiziksel-kim yasal süreçlere indirgemeden insan doğa karşıtlığını ortadan kaldırmak, insani ol an özelliklere doğada bir yer açmak ve insani bir makine olarak değil, insan ol arak doğanın bir parçası yapmaktır. O ekosistemdeki enerji akışında bir devre, besin zincirinde bir halka, yasam ağında bir düğümdür.[4]

Doğa Felsefesinin Ana Problemi

Varolanların nedenin ne olduğunun araştırılması ve bu yönelimle doğanın düşüncenin temel meselesi olarak düşünülmeye başlanması doğa felsefesinin çerçevesini oluşturmuştur. Din ve mitolojinin dışına çıkarak varolanların ve nedenlerinin araştırılmasını başlatan Thales olmuştur.

Thales bu anlamda felsefenin babası sayılmakta ve onunla başlayan felsefi düşünce de doğa felsefesi ya da varlık felsefesi olarak değerlendirilmektedir. Thales'i Anaximandros, Anaximenes gibi isimler izlemiştir. Farklı şekillerde içerilendirmiş olmakla birlikte, doğa filozofları, genel bir yaklaşım biçimini benimsemişlerdir; bu yaklaşım biçimi de, doğayı incelediklerinde karşılarına çıkan çokluk ve onun temelinde olduğunu ve ondan kaynaklandığını düşündükleri temel kaynak (arkhe) düşüncesinden kaynaklanmıştır. Doğa felsefesinin bu anlamda temel prensibi, dış dünyadaki varlıkların kendisinden doğup geldiği ilk maddenin bulunması ya da belirlenmesidir.

Thales için ana madde su 'dur; belirli bir maddedir. Anaksimandros, bunu sonsuz olan ile değiştirir, çünkü su nitelik ve nicelik bakımından sınırlıdır; her şeyin kedisinden çıkıp geldiği kaynak sonsuz olmalıdır ona göre. Bu belirsiz ve soyut varlık ilkesini apeiron olarak belirtir. Onun öğrencisi olan Anaksimenes'te, arkhe'nin birlik ve sonsuzluk niteliğine sahip olması gerektiğini öne sürer; ancak buradan itibaren hocasında ayrılarak daha çok Thales'e yakın bir düşünce geliştirir. O da Thales gibi anamaddeyi belirli bir madde olarak değerlendirir; ona göre arkhe hava'dır. Hava hem somut belirli bir varlıktır, hem de soyut sınırlanamaz bir varlıktır. Hayatın ve ruhun temel maddesidir hava.

Böylece belirli tarzda bir maddecilik anlayışı da belirginleşmeye başlar. Daha sonra bu giderek soyut düşüncelere doğru evrilecektir.

Pisagorcularda örneğin anamadde ya da varlığın temeli sayı olarak belirtilecektir. Elea Okulu'nda Bir Olan diye adlandırılan tek ve değişmez ilke öne çıkacaktır. Empedokles bu iki yöndeki gelişmeleri birleştirmeye çalışan bir ana ilke arayışında olmuştur. O temel öğelerden ya da elementlerden bahseder ve ona göre bunlar hava, toprak, su ve ateş olarak belirtilirler. Bu dört element evrenin yapısının unsurlarıdır.Onların birleşmeleri ya da dağılmalarından diğer her şey meydana gelir. Anaksagoras düzenleyici bir ilke düşüncesini de işin içine katarak oluşun temel ilkesini nous olarak belirtir.[2]

Modern Doğa Felsefesi

Orta Çağ'ın sonundan itibaren Rönesans'la birlikte hem felsefe alanında yeni bir canlanma meydana gelmeye başlamış, hem de bilimler de önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Bu dönemde doğa bilimleriyle doğa felsefesini birbirinden ayırmak olanaklı görünmemektedir. Kopernikus ile birlikte yeni bir dünya ve evren kavrayışı ortaya çıkmış, bunun devamında doğa felsefesi yerini giderek doğa bilimleri denilen alana bırakmaya başlamıştır. Böylece doğa ve evrene ilişkin felsefi yaklaşımların, soyut arkhe arayışının yerini somut bilgiler, gözlem ve deney merkezli açıklamalar almaya yönelir. Bu süreçte özellikle ortaçağdaki doğa felsefesi anlayışıyla bir hesaplaşmaya girildiği ve doğa bilimlerinin bu hesaplaşmanın sonucunda geliştiği söylenebilir. Her alanda olduğu gibi bilimin gelişmesi, özelliklede bu gelişmenin felsefenin içinden gelerek meydana gelmesi, felsefe ile bilim arasındaki ayrımın nasıl konulacağı sorununu gündeme getirmiş, doğa felsefesi ile doğa bilimleri arasındaki ayrım konusunda bu özellikle belirgin bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Francis Bacon, Kepler, Laplace gibi bilgin düşünürler bu sürecin önemli isimleri olmuşlardır. Doğa felsefesi bu süreçte bir tür felsefi materyalizm biçimine de bürünmüştür.[2]

Doğa Felsefesi ve Doğa Bilimi

Doğa felsefesi ve doğa bilimi 17. yüzyıla gelinceye kadar birbirinden ayrılan alanlar değildir; hatta bu alanlar arasında açık ayrımlar yapma konusunda süre giden sorunlar söz konusudur. Çoğu zaman ve çoğu yerde doğa felsefecisi aynı zamanda fizik ya da diğer doğal bilim alanlarıyla da ilgilenen hatta onlar üzerinde otoriteye sahip olan bir kişiydi. 17. yüzyıldan itibaren felsefe ve bilim alanları birbirinden ayrışmaya ve bilimler kendi alanlarında daha da özerkleşmeye başlamasıyla doğa felsefesiyle doğa bilimlerinin ayrışması sorunu da gündeme geldi. Bu bir anlamda iki farklı bilgi türü arasında yapılması beklenen bir ayrımdı; ancak yine de bu ayrım her zaman açık seçik değildir. Modern doğa biliminin aldığı biçim ve geldiği bilgi düzeyi, belirli bir tarihsel dönemde bu ayrımı koşullandırmıştır. Özellikle Galileo ve Newton ile bu gelişmenin ortaya çıktığı saptanabilir; belirli bir yöntemle bir anlamda bilim empirikleşiyor, gözlem ve deney önemli bir nitelikle öne çıkıyordu. Felsefe ise spekülatif bir görünüme bürünüyordu bu gelişmeler karşısında. Bu eksende giderek bir ayrışma meydana gelmiş olsa da felsefe düzeyinde doğa bilimi ile doğa felsefesini ayrıştırmanın açık ve kesin bir şekilde görünebildiğini söylemek zordur

Design Aykut Yarıcı
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol